1. Anasayfa
  2. Dua Nedir?

Dua ne demek

Dua Nedir? Kur’an ve Sünnete Göre Dua
0

İslam kaynaklarında (Kur’an ve Sünnete göre) DUA

الدعاء

Dua, Kulun bütün benliğiyle yaratanına yönelerek O’nu yüceltmesi ve O’ndan istekte bulunmasıdır.

“Dua” kelimesi, “çağırmak, istemek; yardım talep etmek” anlamına gelir. Dinî anlamıyla ise, Allah’ın yüceliği karşısında kulun kendi aczini kabul ve itiraf ederek O’nun lütfunu ve yardımını dilemesini ifade eder. Bu anlamda dua, kul ile Allah arasında bir diyalog anlamını da taşır. Allah Teâlâ insanı yaratıp varlığından onu haberdar ettiği gibi, insan da yaptığı dua ile ancak O’ndan yardım dilemek suretiyle O’nu tanıdığını ve bildiğini göstermekte; bu yüce kudret karşısında duyduğu saygıyı ve minneti dile getirmektedir. Dua insanın hem bu saygısını dile getirmesinin hem de ihtiyaçlarını O’na arz ederek bunların karşılanmasını O’ndan istemesinin en doğrudan vasıtasıdır. Duadan maksat, ilmi sonsuz olan Allah’a bilmediği bir şeyi hatırlatmak değil, kişinin aczini ve ihtiyacını O’na arzederek bu ihtiyacını karşılayacak yegâne mercinin Allah olduğunu bildiğini göstermesidir. Bundan dolayıdır ki dua büyük bir kulluk makamıdır.

Kur’ân-ı Kerim’de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde “dua” kelimesi Allah’a yakarma, isteklerini ve ihtiyaçlarını arzederek O’nun lütfunu dileme, ibadet etme, yardıma çağırma, bir durumu arzetme, Allah’ın birliğini tanıma anlamlarında kullanılmıştır. Zira duanın hem Allah’ın birliğini dile getirme ve O’nu övgüyle anma hem de Allah’tan maddi ve manevi isteklerde bulunma şeklinde iki boyutu vardır. İslam âlimlerine göre duada asıl olan, bir şeyi Allah’tan istemekten de önce, O’nun üstün gücü, sonsuz yücelik ve zenginliği karşısında kulun kendi hiçliğini, yoksulluğunu ve O’nun inayetine ihtiyacını hissetmesidir. Kul, ihtiyacını Allah’a arzedip karşılanmasını O’ndan istemekle, o ihtiyacı karşılamaya kendisi gibi yaratılmış diğer unsurların da bizzat muktedir olmadığını ifade etmiş olmaktadır. Duanın bu muhtevasından dolayıdır ki Hz. Peygamber, “Dua ibadetin (kulluğun) özüdür” (Tirmizî, “Daavât”, 1) buyurmuştur. “Ben cinleri ve insanları, yalnızca bana kulluk etsinler diye yarattım” (ez-Zâriyât 51/56) ve “De ki: Duanız olmasa rabbim size ne diye değer versin?” (el-Furkân 25/77) mealindeki âyetlerle birlikte değerlendirildiğinde, dua ile kulluk arasındaki ilişki daha açık bir şekilde anlaşılır. Kul, neyi Allah’tan biliyorsa, onu Allah’tan ister. O halde, bütün varlığını Allah’tan bilen bir kul, “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” (el-Fâtiha 1/5) diyerek, her şeyi O’ndan isteyip bütün iyaçları için O’na yalvaracaktır.

Dolayısıyla dua kavramı, dinî duygu ve yönelişi farklı yönlerden ifade eden zikir (güzel adlarını anarak Allah’ı hatırlama), tesbih (Allah’ı bütün olumsuz niteliklerden uzak tutmak, sübhanallah demek), hamd, senâ (Allah’ı güzel sıfatlarıyla anmak), şükür, tövbe, istiğfar (hata ve günahlarından dolayı Allah’tan bağışlanma dilemek), istiâze (kötü ve zararlı şeylerden Allah’a sığınmak) vb. kavramların genel çerçevesini oluşturmaktadır. İnsan içinde bulunduğu zor ve sıkıntılı durumlardan kurtulmak, kötü durumlara maruz kalmamak için Allah’ı hatırlar; aczini, güçsüzlüğünü ve kusurlarını samimiyetle itiraf ederek O’ndan yardım ister (zikir, istiâze, istiâne). Kötü durumdan kurtulma isteği, onu işlediği günah ve kusurlar sebebiyle pişmanlık duymaya ve kalbini arıtmaya, Allah’ı övüp yüceltmeye, af dilemeye sevkeder (zikir, tesbih, hamd, senâ, tövbe, istiğfar). Bazan sıkıntıdan kurtulduğu, nimete ve rahata kavuştuğu için memnuniyetini dile getirir (şükür, hamd, senâ). Dua bazan tabiattaki nizamı ve estetiği derinden müşahede eden, mutlak olgunluk (kemal), güzellik ve gerçekliği sezen kişinin içinde meydana gelen hayranlık duygularının ifadesi olur (zikir, tesbih, tekbir, tehlil [lâ ilahe illallah demek]). Dar anlamıyla bu kavramlardan niyaz, tövbe, istiğfar, istiâne ve istiâze “dua”; tesbih, tehlil, tenzih, hamd, senâ, şükür ise “zikir” olarak değerlendirilebilir (bk. ZİKİR).

Diğer taraftan, Âl-i İmrân sûresinde birbirini takip eden âyetlerde rabbimiz önce, “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini takip edişinde akıl sahipleri için birçok delil vardır” (Âl-i İmrân 3/190) buyurduktan sonra, 0, “akıl sahipleri”ni şöyle tarif etmektedir: “Onlar ayakta iken, otururken ve yatarken daima Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın; sen hikmetsiz bir şey yaratmaktan münezzehsin. Bizi cehennem azabından koru! Rabbimiz! Sen kimi cehenneme soka san, hiç şüphe yok, onu rezil etmiş olursun. Zalimlerin hiçbir yardımcıları yoktur. Rabbimiz! Doğrusu biz, ‘Rabbinize inanın!’ diyerek imana çağıran peygamberi işitip iman ettik. Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi sil ve bize iyilerin ölümünü nasip et. Rabbimiz! Peygamberlerin vasıtasıyla vaat ettiğin mükâfatları bize ver; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen asla sözünden caymazsın” (Âl-i İmrân 3/191-194). Akıl sahiplerini Allah’ın yarattığı kâinata bakıp tefekkür etmeye çağıran, onları her hal ve şartta Allah’ı zikreden kullar olarak tarif eden ve dua ile tamamlanan bu âyetler, dua ile zikir (Allah’ı güzel isimleri ve sıfatları ile anma ve hatırlama) ve tefekkür (yarattıklarına bakarak Allah’ı güzel isimleriyle düşünme ve tanıma) arasındaki bağlantı ve bütünlüğün de bir ifadesidir.
Kur’ân-Kerim’de belirtildiği üzere canlı ve cansız bütün varlıklar Allah’ı tesbih etmektedir: “Yedi gök ve yer ile bunların içindekiler O’nu tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların bu tesbihini anlayamazsınız” (el-İsrâ 17/44). Diğer varlıklardan farklı olarak, cinlerin yanı sıra insanoğlu da, bilinçli bir tercihin sonucu Allah’ı tanıma ve O’na kul olma özelliğine sahip olup (ez-Zâriyât 51/56), Allah’ı rab olarak tanıma özelliği ile donatılmıştır (el-A’râf 7/172-173; ayrıca bk. AHİT). Yaratılışında (fitrat) bulunan Allah’a inanma eğilimini şeytanın ve nefsin yönlendirmeleriyle kimi zaman unutan insan, özellikle içine düştüğü çaresizliklerde ve zor şartlarda tekrar hatırlamakta ve yaratıcısına sığınma ihtiyacı duymaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de, bu tür durumlarda insanın duaya başvurma yönelimi ve psikolojisi üzerinde sıkça durulmuştur. Ayetlerin ifadesiyle, insan bir tehlike ve sıkıntıya düşünce bütün samimiyetiyle Allah’a yönelmekte, ancak o sıkıntı ortadan kalkıp kendini güven içinde ve başarılı gördüğü durumlarda gaflete veya gurura düşüp Allah’tan yüz çevirmekte, kendinde güç ve yeterlilik vehmederek bencil ve nankör bir tavır takınmaktadır: “İnsan bir sıkıntıya uğrayınca yatarken, otururken veya ayakta iken bize dua eder. Sıkıntısını giderdiğimizde ise, sanki başına gelen sıkıntı sebebiyle bize yalvaran kendisi değilmiş gibi inkârcılığa devam eder. Haddi aşanlara yaptıkları güzel gösterilmiştir” (Yûnus 10/12); “Denizde başınıza bir tehlike gelince ilah diye tapındıklarınızın hepsi kaybolur gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında ise yüz çevirirsiniz. İnsanoğlu çok nankördür” (el-İsrâ 17/67; ayrıca bk. el-İsrâ 17/11; er-Rûm 30/33; Lokmân 31/32; ez-Zümer 39/8; Fussilet 41/49-51). İnsanın bu iki yüzlü ve tehlikeli duruma düşmesini önlemek amacıyla İslam, kul olma şuurunu, dinî inanç ve duyguyu insanda olabildiğince canlı ve etkili bir halde tutmak için günlük hayatta duaları ve ibadetleri bir görev haline getirmiş; sadece sıkıntı ve zorluklar karşısında değil, rahatlık durumlarında da sürekli Allah’ı hatırlamasını hedeflemiştir. Diğer ibadetler yanında özellikle dua ve zikir mânasına gelen namaz (salat), müminler için günün belli vakitlerinde tekrar edilen bir görev olması (en Nisâ 4/103) itibariyle, insanda kulluk bilincinin devamlılığını sağlamada büyük rol oynar.

Dua ve Kulluk

Dua ve ibadet, Allah ile kul arasındaki yaratan yaratılan ilişkisini, Allah’ın yücelik ve azameti ile kullarına olan sonsuz rahmet ve şefkatini insanın tanıyıp bilerek kabullenme iradesini yansıtan en canlı işaret; Allah ile kulu arasındaki en doğrudan ilişki ve iletişim vasıtasıdır. Duada Allah ile kul arasında bir vasıta yoktur, bu sebeple dua kulluğun en somut ve önemli göstergesidir: “Kullarım sana beni sorarlarsa, ben onlara pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da benim davetime uysunlar ve bana iman etsinler ki doğru yolu bulabilsinler” (el-Bakara 2/186).

Allah Teâlâ kullarının her vesile ile O’na yönelmesini ve kendisine başvurmasını istemektedir. Bu yöneliş, “âfâk ve enfüs”ün yani dıştaki ve içteki evrenin müşahede ve tefekküründen doğan bir hayranlık sebebiyle olduğu gibi, nimet ve rahatlık içinde olmanın verdiği bir minnettarlık ve hoşnutluk duygusuyla da olabilir. Aynı şekilde, insanı zorlayan ihtiyaç ve korkular veya yapılan kötü bir davranıştan dolayı duyulan pişmanlık (Hûd 11/90; en-Nûr 24/31; ez-Zümer 39/53) sebebiyle de olabilir. Bütün bu sebeplerin hepsi, insanı duaya yönelten etkenlerdir. İnsanın işlediği bir günah veya kötülük, onun tövbe edip eski haline dönmesini sağlayan bir vicdan azabına yol açtığından (Müslim, “Birr”, 14-15), duaya sevkeden en önemli etkenlerden biridir. Hatta suçluluk duygusu, insanın Allah önünde kusurunu, zayıflığını ve güçsüzlüğünü anlayıp iyi bir kul olmasına imkân verdiği için ayrıca önem taşımaktadır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Varlığımı elinde tutan Allah’a andolsun ki sizler günah işlemeseydiniz Allah sizi helak eder, sonra günah işleyen, bundan dolayı bağışlanmalarını dileyip de Allah’ın bağışladığı insanları getirirdi” (Müslim, “Tevbe”, 11).

Kulun yapısı gereği kaçınamadığı günahlar, onun derin pişmanlık duygularıyla Allah’a yönelmesini sağlayan birer vesiledir. Bu sebeple kulun tekrar tekrar işlediği günahların affı için Allah’a yönelmesi, bir hadise göre her defasında afla sonuçlanacaktır: “Bir kul günah işler ve ‘Yâ rabbi! Günahımı affet!’ der. Allah Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi; ardından, günahı affeden ve günah sebebiyle cezalandıran bir
rabbinin olduğunun farkına vardı’ buyurur. Sonra kul tekrar günah işler ve ‘Ey rabbim! Günahımı affet! der. Allah Teâlâ da, ‘Kulum bir günah işledi ve günahı affeden ve günah sebebiyle cezalandıran bir rabbinin olduğunun farkına vardı’ buyurur. Sonra kul tekrar günah işler ve ‘Ey rabbim! Beni affeyle!’ der. Allah Teâlâ da, ‘Kulum günah işledi ve günahı affeden ve günah sebebiyle cezalandıran bir rabbinin olduğunun farkına vardı. Dilediğini yap, ben seni affettim! buyurur” (Müslim, “Tevbe”, 29; ayrıca bk. TÖVBE).

İnsanın işlediği günahlardan dolayı ümitsizliğe kapılmayıp rabbinden sürekli bağışlanmasını dilemesi, O’na yalvarıp dua etmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber, “Şüphesiz ben her gün yetmiş kereden fazla Allah’tan bağışlanma diler ve O’na tövbe ederim” buyurmuştur (Buhâri, “Daavât”, 3; Müslim, “Zikir”, 41). Allah Teâlâ, kulunun kendisine dua edip yalvarmasından hoşnutluk duyar. Bir hadiste Allah’ın kendisine tövbe edilmesinden duyduğu sevinç, çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevincine benzetilmiştir (Müslim, “Tevbe”, 2). Hz. Peygamber’in bir hadisi de şu mealdedir: “Allah, güneş batıdan doğuncaya kadar, gündüz günah işleyenleri affetmek için gece elini uzatır, gece günah işleyenleri affetmek için de gündüz elini uzatır” (Müslim, “Tevbe”, 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 395, 404). Ancak Allah’ın kullarına olan geniş rahmet ve sevgisini dile getiren bu açıklamalar insanı günah işleme konusunda cesaretlendirmemeli, nasıl olsa affedilir düşüncesiyle günaha yönlendirmemelidir. Çünkü tövbenin ve duanın kabul şartlarından biri de, insanın samimi bir şekilde bir daha o hatayı işlemeyeceğine dair kalpten inanması ve söz vermesidir.

Duanın Yalnızca Allah’a Yapılması

Kur’ân-ı Kerim’de duanın sadece Allah’a yöneltilmesi üzerinde önemle durulmuştur. Allah’tan başkasına, putlara veya kendilerine mutlak ve yüce nitelikler izafe edilen başka yaratıklara dua ve ibadet edilmesi Kur’ân-ı Kerim’de kesinlikle yasaklanmıştır: “O halde sakın Allah ile birlikte başka bir ilaha kulluk edip yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun!” (eş-Şuarâ 26/213; ayrıca bk. el-Kasas 28/88). Kur’ân-1 Kerim’in tasvirine göre Allah’tan başkasına dua edenler, ağzına su gelsin diye suya doğru ellerini

Duanın Etkisi

Dua kulluğun özü olduğuna göre, dua sırasında insan kulluğu en derin şekilde yaşar, yaratıcısıyla ruhen en yakın ilişki içinde bulunur. Yüce rabbimiz de kulunun bu yöneliş ve ilgisini karşılıksız bırakmayacağını haber vermiştir. “Rabbiniz buyurdu ki: ‘Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler ise, perişan bir halde cehenneme gireceklerdir” (el-Mü’min 40/60); “Öyleyse siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, sakın nimetlerime nankörlük etmeyin” (el-Bakara 2/152). Allah resulü de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kul ellerini Allah’a uzatır da O’ndan hayırlı bir istekte bulunursa, Allah o kulun ellerini boş çevirmekten hayâ eder” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, V, 438). Kulun Allah’a yönelişinin daha fazlasıyla karşılık bulacağı da bir kutsi hadiste (mânası Allah’a, lafızları Hz. Peygamber’e ait olan ve Hz. Peygamber’in doğrudan Allah’a izafe ederek aktardığı söz) şöyle ifade edilmiştir: “Kulumu bana yaklaştıran davranışların benim katımda en sevimli olanı, ona farz kıldıklarımdır. Kulum (ayrıca) nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey istediğinde ben ona veririm, bir şeyden de bana sığındığında ben onu korurum” (Buhârî, “Rikāk”, 38).
Gerek ihtiyaçlar ve hatalar yüzünden Allah’a başvurmak gerekse nimetleri sebebiyle O’nu hatırlamak ve anmak kişide psikolojik bakımdan bir rahatlık, huzur ve mutluluk doğurduğu gibi (er-Ra’d 13/28; el-A’lâ 87/14-15; İbn Mâce, “Edeb”, 53; Tirmizi, “Daavât”, 7), ahlaki arınmaya ve mânen yücelmeye de yol açar; kulun günlük hayatta nefsine yenik düşmesiyle karşılaştığı manevi tehlikelerin ve sapmaların giderilmesinde ve ruhi olgunlaşmasının tamamlanmasında yapıcı bir fonksiyon icra eder. Dua ve ibadet ile meydana gelen yakınlaşma Allah’ın sevgisine, bu sevgi de kulda duyarlı bir vicdanın ve sağduyunun oluşmasına yol açar. Hz. Peygamber, “Allahım! Hatalarımı kar ve dolu suyu ile temizle; beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi, kalbimi günahlardan arındır” mealindeki hadisiyle (İbn Mâce, “Duâ”, 3) duanın, işlenen hata ve günahların insan vicdanındaki izlerini gideren, ruhî arınmaya vesile olan bu tesirini ifade etmiştir.

Dua Adabı

Duaların müstecap olmasında yani kabul edilmesinde, dua edilirken içinde bulunulan bilinç hali ve duyarlılık son derece önemlidir. Gönülden yapılan dua kabul edilir. Kişi sadece Allah’a yönelmeli, başka ilgilerden ve arzulardan uzaklaşmalı, kalbi sadece Allah’a saygı ve sevgi ile dolmalıdır. Bir hadiste, insanın mutlaka karşılık alacağına inandığı bir ruh hali içinde dua etmesi gerektiği, gafil bir kalpten gelen duanın kabule yakın olmayacağı belirtilmiştir (Tirmizî, “Daavât”, 65). Dua sırasında kişinin içinde bulunduğu samimiyet, bütün varlığı ile Allah’a yönelişi, duasının kabulünde en önemli etkenlerdir. Bazı hadislerde bir tehlike veya zulüm karşısında çaresiz kalan kimsenin, kalbi tamamen samimi sevgiyle dolu anne babanın, başkasının iyiliğini isteyen kişinin, toplum için çalışan adaletli devlet başkanının ve Allah için bedeninin isteklerini frenleyen oruçlu kişinin duasının geri çevrilmeyeceği haber verilmiştir (Buhârî, “Cihâd”, 180; İbn Mâce, “Duâ”, 11; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 29).

Duanın meşru bir istek için olması, bir günahın işlenmesine veya akrabalık ilişkilerinin kesilmesine yönelik olmaması; ayrıca kabulünde acele edilmemesi de yapılan duanın Allah katında kabul edilmesi için gerekli şartlar arasında sayılmıştır (Tirmizi, “Daavât”, 9, 12).
Diğer ibadetlerde olduğu gibi dua için de şekli ve ahlakî bazı şartlara riayet edilmesi gerekmektedir. Buna göre, duadan önce Allah’a hamd ve Hz.

Peygamber’e salatüselam okunmalıdır. Cennette müminlerin dualarının Allah’ı tâzim ve tenzih sözleriyle (sübhânekellahümme) başlayacağı, yine onların dualarının Allah’a hamdüsenâ (el-hamdü lillahi rabbi’l-âlemîn) ile biteceğini bildiren âyet de (Yûnus 10/10), dualarımızın tesbih ve hamd içermesi gerektiğini bizlere öğretmektedir. Duanın özlü olması, gereksiz uzunluk ve tekrardan kaçınılması lazımdır. Özellikle topluca dua yapılan yerlerde duanın özlü olmasına, vaaza dönüşmemesine dikkat edilmelidir. Abdestsiz de dua edilebilir. Ancak abdest alınması, öncesinde iki rekât namaz kılınması ve duanın kabulü için hadislerde bildirilen vakitlerin gözetilmesi daha güzeldir. uygun

Dua eden kişinin konumuna uygun bir edep içinde olması gerekir. Dua ederken kulun kibir, gösteriş, kabalık ve gaflet gibi ahlakî zaaflardan uzak bulunması büyük önem taşır. Bu durumda içinde bulunulması gereken ruh halini Kur’ân-ı Kerim şöyle ifade eder: “Sabah akşam boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve kendin işitecek kadar bir sesle rabbini zikret. Sakın gafillerden olma! Rabbinin huzurunda bulunanlar, elbette O’na kulluk etmekten kibirlenmezler. O’nu hep tesbih eder, yalnız O’na secde ederler” (el-A’râf 7/205 206). Darda ve sıkıntıda kalanların, hastaların duaları gönülden yapıldığı için kabul edilmeye en yakın dualardandır. Duanın gönülden ve gizlice yapılmasını isteyen bir âyet ise şu mealdedir: “Rabbinize yalvara yakara ve sessizce dua edin. Çünkü O haddi aşanları sevmez…. Allah’a hem korku hem de ümitle dua edin” (el-A’râf 7/55-56). Rivayete göre, bağırarak tekbir getirmeye başlayan bazı müslümanları Hz. Peygamber uyarmış, “Sizler sağır ve uzaktaki birine değil, her şeyi duyan ve gören Allah’a dua ediyorsunuz” demiştir (Buhârî, “Daavât”, 50; Tirmizî, “Daavât”, 57). Hz. Peygamber ayrıca kişinin duayı duyarlı bir kalple yapmasını, isteğini kesin ve sade bir dille belirtmesini, kabulü için acele etmeyip taleplerine israrla devam etmesini, yerine göre isteklerini üç defa tekrarlamasını tavsiye etmiştir (Buhârî, “Daavât”, 20-22; Tirmizî, “Daavât”, 12, 65). Hz. Peygamber, dua eden kimseye istediği şeyin ya bu dünyada hemen verileceğini veya âhirete saklanacağını yahut istediği iyilik kadar kötülüğün o kişinin üzerinden giderileceğini haber vermiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 18).

Diz çökerek elleri yukarı kaldırmak ve içe kapanıp Allah’a övgüleri ve duaları yöneltmek genel ve tabii dua vaziyetidir. Bununla birlikte her durumda, secde halinde, ayakta, otururken, uzanmış halde iken Allah’ı anmak (zikir) mümkün olduğu gibi dua da edilebilir. Hz. Peygamber’i dua ederken görenler, bazan onun koltuk altları görülecek şekilde ellerini yukarıya kaldırdığını, duadan sonra ellerini yüzüne sürdüğünü (Buhârî, “Daavât”, 23; Tirmizî, “Daavât”, 11); bazan hamd, tekbir, tesbih ifade eden sözleri belli sayıda tekrar ettiğini ve bunu yaparken parmak boğumlarını kullandığını söylemişlerdir (Tirmizî, “Daavât”, 72). Bununla beraber, Resûlullah sayılı tesbih işinin çok vakit alması yerine, “yaratıklar sayısınca” veya “Allah’ın arşı ağırlığınca” gibi geniş kapsamlı ifadelerle tesbih, dua ve münâcâtını üç kere tekrar etmenin yeterli olacağını (Müslim, “Zikir”, 79; Ebû Dâvûd, “Vitr”, 24; Tirmizî, “Daavât”, 88, 113); ayrıca bir ihtiyaç veya isteğini Allah’a arzetmeden önce O’na hamdüsenâ etmenin ve peygamberine salatüselam getirmenin uygun olacağını söylemiştir (Ebû Dâvûd, “Vitr”, 23).

Duanın vakti yoktur, gece gündüz her an dua edilebilir; ancak hadislerde gecenin son üçte birinde, seher vakitlerinde yani gecenin son üçte birinden sonra tan yerinin ağarmasına kadar olan vakitlerde, cuma gecesi ve gündüzünde, Kadir gecesinde, ramazan ayında, arefe gününde, ezanla kamet arasında, farz namazlardan sonra, oruç tutulup iftar vaktinde yapılan duaların müstecap olduğu bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de seher vakitlerinde dua ve istiğfar etmenin faziletine işaret edilmiştir (bk. Âl-i İmrân 3/17; ez-Zâriyât 51/18). Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: “Her gece rabbimiz, gecenin son üçte biri olunca dünya semasına iner ve ‘Yok mu bana dua eden? Duasını kabul edeyim. Yok mu benden dilek dileyen? Dileğini yerine getireyim.

Yok mu affedilmesini isteyen? Onu affedip bağışlayayım’ der” (Buhârî, “Teheccüd”, 14; Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 168-172). Yine Hz. Peygamber, “Gecede gerçekten öyle bir saat vardır ki müslüman bir kimse o saate rastlar da Allah’tan dünya ve âhiret işlerine ait bir hayır isterse, Allah o isteğini yerine getirir. Bu her gece (böyledir)” buyurmuştur (Müslim, “Salâtü’l-müsâfirîn”, 166-167). Bir başka hadiste de Hz. Peygamber, “Ezanla kamet arasında yapılan dua reddedilmez” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, “Salât”, 35; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 119; ayrıca bk. AREFE; CUMA; KADİR GECESİ; RAMAZAN).
Duanın mekânı yoktur, ancak uygun olmayan yerlerden veya gayrimeşru işlerin yapıldığı mekânlardan uzak olmak gerekir. Ayrıca hadislerde Kâbe’de, Arafat’ta ve diğer hac mekânlarında yapılan duanın makbul olduğu bildirilmiştir (bk. HAC; KÂBE).

Bir başkası tarafından kişinin lehine veya aleyhine yapılan duanın da makbul olduğu durumlar hadislerde özellikle belirtilir. Bu çerçevede haksızlığa uğrayanın (mazlum), misafirin duası ile babanın evladına duası makbuldür (Tirmizî, “Daavât”, 47). Annenin çocuğuna yaptığı dua; ayrıca bir müminin kardeşinin ardından yaptığı veya salih evladın ana babasının vefatından sonra yaptığı dua da müstecap olan dualardandır. Hz. Peygamber, “Müslümanın kardeşi için ardından yaptığı dua kabul edilir. Başı ucunda görevli bir melek vardır, o müslüman kardeşine hayır dua ettikçe görevli melek, âmin der: peşinden, istediğin gibisi senin için de olsun, der buyurmuştur (Müslim, “Zikir”, 86-88). Bir başka hadiste ise şöyle buyurulmuştur: “Kişi ölünce şu üçü dışında amelleri(nin sevabı) kesilir: Faydası süregiden bir hayır işi (sadaka-yi câriye), kendisinden faydalanılan ilim, arkasından dua eden hayırlı evlat” (Müslim, “Vasiyyet”, 14).

BENZER KONULAR:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir