1. Anasayfa
  2. Zikirler

Zikir Nedir? İslamda Zikir Kavramı

Zikir Nedir? İslamda Zikir Kavramı
0

Zikir nedir neden yapılır? Kur’an ve sünnette Zikir

ZİKİR- الذكر

Zikir, Allah’ı ve nimetlerini anmak ve düşünmek demektir.

“Zikir” (zikr, çoğulu zükûr, ezkâr) “anmak, hatırlamak, ezberlemek, çokça okumak” anlamına gelir ve bir müminin Allah’ı hatırdan çıkarmayarak gaflet halinden kurtulmasını, buna bağlı olarak da hamd, tesbih, ibadet gibi söz ve fiilleri ifade eder. Kelime bu anlamının yanı sıra levh-i mahfuz, vahiy, ilim, beyan, nasihat, şeref, peygamber gibi anlamlarıyla Kur’an’da yer almaktadır.

Allah’ı anmak “Sabah akşam boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve kendin işitecek kadar bir sesle rabbini zikret. Sakın gafillerden olma!” (el-A’râf 7/205) mealindeki âyetle Kur’an’da emredilmiş (aynıca bk. el-Ahzab 33/41-42), Allah’ı zikretmenin başka her şeyden üstün olduğu bildirilmiştir (el-Ankebût 29/45). “Siz beni anın ki, ben de sizi anayım” (el-Bakara 2/152) âyeti zikrin Allah’ın rahmetine ve ihsanına, “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur” (er-Ra’d 13/28) ayeti ise kalp huzuruna vesile olduğunu beyan etmekte; başka âyetler de zikri kurtuluşun (el-Enfal 8/45) ve bağışlanmanın (el-Ahzab 33/35) vesilesi olarak göstermektedir. Ayrıca Kur’an, ticaret ve alışveriş gibi uğraşlarla mal ve evlat gibi unsurların insanı gaflete düşürmemesi ve Allah’ı zikirden alıkoymaması gerektiğini belirtmekte (en-Nur 24/37; el-Münâfikûn 63/9), Allah’ın zikredildiği mekânları ise övmektedir (el-Hac 22/40; en-Nur 24/36). Kur’an’ın bildirdiğine göre, Allah’ın adı anıldığında yüreğin titremesi ve imanın artması müminlerin (el-Enfâl 8/2), Allah’ı zikre karşı ilgisiz olmak ve zikir karşısında kalp katılığı taşımak ise münafıkların niteliklerindendir (en-Nisa 4/142; ez-Zümer 39/22). Allah’ı zikirden yüz çeviren kimseyi sıkıntılı bir hayat beklemekte (Tâhá 20/124) ve şeytan o kimseye arkadaş olmaktadır (ez-Zuhruf 43/36; el-Mücâdile 58/19).

Zikrin, Kur’an’ın yanı sıra, hadislerde de önemli bir yeri vardır. En hayırlı amelin Allah’ı zikretmek olduğunu beyan eden Hz. Peygamber (Tirmizi, “Daavat”, 6; İbnMâce, “Edeb”, 53), Allah’ı zikretmeyen kimseyi ise ölüye benzetmiştir (Buhâri, “Daavat”, 66). Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre, Allah’ı zikreden bir topluluğun etrafını melekler sarar ve ilahi rahmet onları bürüyerek üzerlerine sekine (sükûnet, huzur ve emniyet) iner (Müslim, “Zikir”, 39; Tirmizi, “Daavât”, 7). Allah’ın zikrine düşkün olanlar, buldukları yakınlık dolayısıyla mertebece üstünlük kazanmış, dünyevi yükleri azaldığı için hesap günü onlara kolay kılınmıştır (Tirmizi, “Daavät”, 128). Bu yüzden, zikir halkaları yeryüzündeki cennet bahçeleridir (Tirmizi, “Daavât”, 82) ve bu halkalara katılanlar bedbaht olmayacaklardır (Müslim, “Zikir”, 25).

Allah’a kulluğunu ifa ve ifadenin temel unsuru olan zikrin dil, kalp ve beden ile yapılan çeşitli türleri vardır. Dil ile zikir, Allah’a hamdetmek, O’nu isim ve sıfatları ile tesbih etmek, O’nun kitabı olarak Kur’an’ı okumak ve O’na dua etmektir. Kalp ile zikir, Allah’ın varlığına işaret eden delilleri düşünmek, O’nun emir ve yasaklarını tanımak hem insanın kendisinde hem de dış dünyada bulunan ilahi eserleri ve tasarrufları görerek kullukta derinleşmektir. Bu yönüyle, zikrin tefekkürle birleştiği ve bir idrak biçimine dönüşerek aklın işleyişini tamamladığı görülür. Beden ile zikir ise kişinin vücudunun âzalarını Allah’ın emrettikleri ile meşgul edip O’nun yasakladığı hal ve fiillerden uzak tutmasıdır. Allah’ın muradına uygun bir hayatın ortaya çıkması, O’nun bizi yükümlü kıldığı mükellefiyetleri gözetmek ve zikrin sürekliliği sayesinde mümkündür. Yani ancak faydalı ilim, salih amel, daimi zikir ve tefekkür iledir ki, iman güçlenerek hayatın bütün safhalarını şekillendirir. Kulun Allah’ın rızasına ermesi, kalbinin katılıktan kurtulup yumuşayarak nurlanması ve ahlaki niteliklerin kula yerleşmesi, zikir sayesinde mümkündür. İbadet şuurunun tamlığını ifade eden zikir, samimiyete ve bilginin sıhhatine göre derinlik ve değer kazanacaktır. Bu bakımdan, zikir ibadetle tamamlanır, ibadet de zikirle kemale erer. Müminin kalbinde Allah isminin hep canlı kalması esas olduğundan, Kur’an’da ve hadislerde zikir için yer, zaman ve sayı belirlenmemiştir. Dil ile zikrin uygun görülmediği yer ve zamanlar dışındaki bütün durumlarda zikir yapılabilir (Al-i İmrân 3/191; en-Nisa 4/103). Hz. Peygamber günlük hayatının her safhasında, mesela elbisesini giyerken (Tirmizi, “Libas”, 29), yürürken (EbûDâvûd, “Cihad”, 72), yatarken ve uykudan kalkarken (Buhāri, “Daavât”, 7) sürekli Allah’ı zikrederdi. Kendisine vahyedilen ilk sürelerden birinde, “Rabbinin ismini an ve sadece O’na yönel” (el-Müzzemmil 73/8) emrine muhatap olan Hz. Peygamber, Allah’ı zikredenler için en güzel örnektir (el-Ahzab 33/21).

Sığınma (istiaze), besmele, tesbih (sübhanallah), tahmid (elhamdulillah), tekbir (Allahuekber), tehlil (la ilahe illallah), havkale (la havle ve lä kuvvete illa billåh), istiğfar (estağfirullah) ve tasliye (salavat) gibi Hz. Peygamber tarafından tavsiye edilen ifadeler, zikir lafızlarının en değerlileri olarak görülmüştür. Hz. Peygamber, bunlar içerisinde kelime-i tevhidin okunmasına (tehlit) büyük önem vermiş (Buhâri, “Tevhid”, 36) ve bir hadisinde “la ilahe illallah” ifadesinin “zikrin en faziletlisi” olduğunu (Tirmizi, “Daavât”, 9) söylemiştir. Kelime-i tevhidin Kur’an’da Allah’ın şahitlik ettiği bir zikir ifadesi olması da (Al-i İmrân 3/18) bunun teyididir. Diğer taraftan, her ibadet bir yönüyle kelime-i tevhidin mânasını içerir. Namaz ise, Kur’an tilaveti, tekbir, tehlil, tesbih, hamd, istiğfar, dua ve salavatı ihtiva etmesi sebebiyle, zikrin en kapsamlı ve mükemmel biçimidir (Täha 20/14; el-Ankebût 29/45; el-Cum’a 62/9).

Dil ile Allah’ı anmanın sesli (cehri) ya da sessiz (hafi) yapılması hususunda farklı rivayetler ve görüşler mevcuttur. Bununla birlikte zamana, mekâna ve zikredenin durumuna göre her iki şekilde de zikir yapılabileceği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber bağırarak tekbir getiren bir topluluğu, “Siz ne sağıra sesleniyorsunuz ne de gaibe” diyerek uyarmış (Buhârî, “Daavât”, 50, 67; Müslim, “Zikir”, 44), öte yandan ashaptan bir gruba ise “Ellerinizi kaldırın, hep birlikte la ilâhe illallah’ deyin” buyururak zikir yaptırmıştır (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 124). Belli sayılarda yapılması tavsiye edilen zikirlerin (Buhârî, “Daavât”, 65; Müslim, “Zikir”, 79-81; İbnMâce, “Edeb”, 56) sayılarında yanılmamak ve kuşkuya düşmemek amacıyla parmakların ya da tesbih gibi araçların kullanılması uygundur. Her halükarda zikir amelinin kalbe tesiri, kulun ihlası nispetindedir. Bilinmelidir ki Allah kendisine dönük amelleri zayi etmez, en güzel biçimde karşılığını verir (Al-i İmran 3/195).

İnsanın kemale ulaşması açısından zikir, tasavvufta da en temel esas olarak kabul edilir. Süfilere göre kalp amellerinden olan zikir, hal ve makamlara göre muhteva kazanır (bk. HAL; MAKAM). Çünkü zikredilen tek, zikreden kalplerin durumları ise farklı farklı, bu yüzden de zikir çeşitleri muhteliftir. Süfiler, ilmin varlığıyla cehaletin ortadan kalktığı gibi, zikrin varlığıyla da gafletin ortadan kalkacağını belirtirler. Dolayısıyla kalbin Allah’ın huzurunda ve daima O’nun gözetiminde olduğunun bilinci (murakabe) üzere kalmasını ancak zikirle mümkün görürler.

Zikrin bu derecesine nefis tezkiyesi ve takva ile, ayrıca kişinin Allah’a yakınlık (ünsiyet) ve sevgi (muhabbet) duygusu taşımasıyla ulaşılır. Bu yönüyle zikir, Allah’a kavuşma arzusunun ve talebinin bir ifadesine dönüşür. Kul, dilinden kalbine, ardından ruhuna tesir eden zikir dolayısıyla Allah hakkında yakin sahibi olur. Tasavvufun başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ise Allah’tan gelecek manevi ikramlara ermektir. Buna göre dil ile zikretmek başlangıç hem dil hem de kalp ile zikretmek ise kemale erme yolunun ortasıdır.

Süfiler, bir dereceden sonra artık zikredilene ait vasıfların zikredenin vasıflarını yok edeceğini, dolayısıyla insanın yaptığı zikirde kaybolarak Allah’tan başkasını unutacağını kabul etmiş; “Unuttuğun zaman rabbini zikret” (el-Kehf 18/24) âyetini “Allah’tan başkasını unuttuğun zaman Allah’ı zikretmiş olursun” anlamında yorumlamışlardır. Dil, kalp ve uzuvlarla yapılan zikirlere ilaveten Allah’a yönelişte zikrin kendisini unutmak, sûfilere göre zikrin en hakiki derecesidir. Bu mertebeye işaret etmek için kullanılan “hu” lafzı, hakikati idrakin nihai ve kayıt kabul etmez noktası olarak görülür (bk. HÜ).

Allah’ı zikretmek, her ne şekilde olursa olsun, kalpte bir nur meydana getirir. Algıları ve arzuları bu nurla saflaşan insan bilgi ve ahlak bakımından üstün nitelikler edinir. Zikirle saflaşmak, eşyanın hakikatlerini görme ve salih kimselerin Allah’ı hoşnut eden hallerine bürünme sebebidir. Gafletin ve Allah’ın dışındaki herhangi bir şeye bağlılığın ortadan kalkması durumunda sükûtun da zikir sayılacağını belirten sûfiler, bu niteliğin kalıcı olmasını zikr-i dâimi kavramıyla ifade etmişlerdir. Sûfilere göre zikirle tefekkür arasında bir süreklilik varsa da (Al-i İmrån 3/191); “Siz beni anın ki ben de sizi anayım” âyetinin (el-Bakara 2/152) gösterdiği üzere ilahi bir sıfat da olması dolayısıyla, zikir fikirden daha üstündür.

Tasavvuf eğitiminde nefsin manevi noksanlıklardan kurtulmasının yolu zikirden geçer. Müritlerin yeteneklerine ve durumlarına göre en uygun olan zikri telkin etmek tarikat hayatının temel prensiplerindendir (bk. SEYRÜSÜLŐK). Bu vurgu dolayısıyla başlangıçta zikir müslümanlardan belli bir zümreye mahsus değilken, ilerleyen yüzyıllarda
“zikrullah”, “zâkir” ya da “ehl-i zikir” denilince öncelikle süfiler akla gelir olmuştur. Allah ismi başta olmak üzere esmâ-yihüsnådan bazı isimleri belirli sayıda tekrar etmek suretiyle gerçekleşen bu eğitim, Allah ile insan arasındaki münasebeti şekillendiren bir içeriğe sahiptir. Mesela tövbe mertebesinde istiğfarın, istikamet mertebesinde salavatın, ihlas mertebesinde kelime-i tevhidin, sıdk mertebesinde ise tesbihin hakikatine erişilir. Dil ile zikir İslam, kalp ile zikir iman makamında gerçekleşirken, ihsan makamında artık zâkir Allah tarafından zikredilir. Nefis ile cihadın ve bu yolla kemale ermenin bütün safhalarında zikir vardır.

Tasavvuf terbiyesinde şeyhin veya halifenin gözetiminde gerçekleşen zikir faaliyeti, belli ilahi isimlerin ya da dua ve zikir lafızlarının tayin edilen vakitlerde topluca veya bireysel olarak okunmasından ibarettir. “Tarikat âyini” de denilen bu zikir faaliyetleri benimsenen hareket düzenine göre anılmış, oturarak yapılan türüne “kuüdi zikir”, diz üstü dikilerek yapılan türüne “nısf-1 kıyâm zikri”, ayakta yapılan türüne “kıyâmi zikir”, ayakta ve hareketli olarak halka halinde yapılan türüne ise “devrâni zikir/devran zikri” denilmiştir. Sufiler, eşyanın ve meleklerin de yapılan zikre katıldığını düşündükleri için, bu hareketlerin düzenine özel önem vermişlerdir.

Zikir uygulamalarını Hz. Ebü Bekir’e dayandıran Nakşibendiyye tarikatında sessiz (hafi) olarak “ism-i zat zikri” (Allah) ile “nefiy ve ispat zikri” (låilähe illallah) icra edilir. Ayrıca topluca icra edilen zikre Nakşibendiyye’de “hatm-i hâcegân” denilmiştir (bk. HATM-i HÂCEGÂN). Zikir silsilesini Hz. Ebû Bekir’e dayandıranYeseviyye tarikatının zikir tarzı, hançereden çıkan sesin dışarıdan bir testere sesini andırması sebebiyle “zikr-i erre/zikr-i minşâri” adıyla şöhret bulmuştur. Silsileleri Hz. Ali’den gelen Kädiriyye, Rifáiyye, Şâzeliyye, Bedeviyye, Halvetiyye ve Mevleviyye gibi tarikatlarda ise zikir genellikle sesli (cehri) ve hareketli olarak yapılır. Allah isminin (lafza-i celál), esmâ-yihüsnâdan belli isimlerin veya kelime-i tevhidin tekrarı ile toplu halde icra edilen bu zikre devamla, nefsin “emmâre”den başlanarak “levvåme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve kâmile”ye kadar yedi mertebesinin (atvár-1 seb’a) aşılacağı, böylelikle kemale erileceği kabul edilmiştir.
Allah’a yakınlık derecesine göre söz konusu edilen bu nefis mertebeleri, var olan zikir türlerinin çeşitlilik sebebidir.

Çoğunlukla ritim ve musikinin eşlik ettiği cehri zikir uygulamaları, meclis, hadra, semâ ve devran gibi isimlerle de anılır (bk. ÂYİN). Müridin kalbinde Allah muhabbetinin uyanması için topluca yapılan zikirlerde uyulması beklenen ve tarikatlara göre farklılaşan edep kuralları vardır. Buna göre, ilgili edepleri gözetmemek zikirden beklenen faydanın ortaya çıkmasına engeldir. Her ne kadar sesli zikrin özellikle musiki ile yapılması fikhi açıdan bazı tartışmalara sebep olmuşsa da, bu zikir türü tarikat çevrelerinin halk kültürü açısından en tanınan yönüdür. Ayrıca sesli zikir örneklerinin tekke edebiyatındaki temel formlarla ve dinî musikinin çeşitli türleriyle de bütünleştiği görülür.

Bir müslümanın hayatında zikrin yerini göstermek ve muhatabına belli hususları telkin etmek amacıyla ilk dönemlerden itibaren günlük hayat içerisinde veya özel durumlarda okunması tavsiye edilen dualar derleyici nitelikte birçok eser yazılmıştır. “Kitâbü’z- zikr, kitâbü’d-duâ, kitâbüameli’l-yevmve’l-leyle” gibi başlıklar altında şekillenen bu muhtevanın en tanınmış örneklerinden biri, Nevevi’nin el-Ezkar’ıdır. Tarikatlarda topluca icra edilen zikirlerin yanı sıra bireysel olarak yapılan vird ve hizb okuma uygulaması da zikirle ilgili metinlerin yazılmasına ve yaygınlık kazanmasına etki etmiştir. Nitekim tasavvuf eğitiminde belli zikir ve dua lafizlarının, tayin edilen vakitlerde ve sayılarda, edeplerine uygun olarak ve üzerinde tefekkür ederek düzenli bir biçimde okunması, bu uygulamaya özel telifleri ortaya çıkarmıştır. Hakkında oldukça zengin bir literatür bulunan ve dini hayat içerisinde önemli bir yer edinen bu türlü metinlerin içeriğine ulaşmak için, Gümüşhânevi’ninMecmúatü’l-ahzâb adlı derlemesi önemli bir kaynaktır (bk. EVRÂD).

https://www.arapcadua.com/kategori/zikirler/

BENZER KONULAR:

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir